header photo

2 Aralık 2010 Perşembe

iyi müzik

19 Kasım 2010 Cuma

18 Kasım 2010 Perşembe

donsuz geceler diliyorum!

Bu ara çok çalışıyorum sevgili günlük. Bayram seyran dinlemiyorum şerefsizim! Extra para fena bişey değil biliyorum, az kaldı yeni arabama kavuşmama da... beyin amcıklaması geçiricem sanki. Pardon günlük, ağzımı bozdum!

27 Eylül 2010 Pazartesi

bir amme hizmeti veriyorum şu an!

Geçen gün bi baktım, "evlilikte seks, hamilelikte seks" yazıp google'da arayıp benim kucağıma oturan bayağı bi gariban yurdum erkeği var. Bu kardeşlerime bi kıyak yapayım, kendilerini bilgilendireyim dedim. Evlenecek olan ve bebek bekleyen beyler! Sonda yazmam gerekeni en başta yazıyorum: EVLİ ERKEK EN ABAZAN ERKEKTİR! (full stop)



Azıcık detay vermem gerekirse, şu anımı paylaşayım... Pek muhterem zevcemim hamileliğinden önce iyi (gerçekten iyi) bir seks hayatımız vardı. Epey bi haltlar yedik beraber. Neyse mevzu bu değil. Ne zaman ki hamile kaldığını öğrendik, o gün bu gündür (5 yıl kadar) istikrarsız bir seks hayatı yaşıyoruz. Yani bazen sıklık o kadar düşüyor ki, birlikte hesap yapıyoruz en son ne zaman seviştiğimizi bulmak için, ama bulamıyoruz. Bazen de çok ateşli, sert, darbeli filan bir sevişme oluyor, "oha a.q. niye bunu daha önce yapmamışız" filan diyoruz. (Ama bu nadir oluyor tabii ki)

Konuyu dağıtmadan geri döneyim... Hamile olduğunu öğrendikten sonra ikimizin de (daha çok benim) aklından geçen şey nasıl sevişeceğimizdi. Tabii bunu doktorumuza da sorduk. "Son aya kadar problem yok, allah ne verdiye girişin" gibi bişey söyledi. Ama fakat lakin, bi sorun vardı. Zevcem tüm beraberliğimiz boyunca olmadığı kadar azgındı. Sürekli seks istiyordu amma bende tık yoktu. (Bebek bekleyen duyarlı erkek kafamı sikeyim diyorum şu an!) İçinde benim bebemi taşıyan o kutsal kaseye bunu nasıl yapabilirdim? O kutsal emaneti kötü emellerime nasıl alet ederdim? Daha el kadar bebeye aletimi mi gösterecektim yani? olacak iş değildi... E ne oldu peki? Tüm zamanların en azgın, en ateşli kadınını sürekli reddettim. Ya da bir şekilde (mastürbasyon v.s.) idare ettik.

Sonrasında doğum filan derlen zaten kafadan 1-1.5 sene gitti. Ondan sonra yavaş yavaş açıldı işler fakat hiç bir zaman o eski parlak günleri yakalayamadık. Bilenler diyor ki, 40'lı yaşlardan sonra işin rengi değişiyormuş. Çok kaliteli sevişmeler oluyormuş o yaşlarda. Onların yalancısıyım. Eğer bi 5-10 sene daha sıkılmazsam blogdan filan, onu da yazarım.

Kalın sağlıcakla baba/koca adayı kardeşlerim!

26 Eylül 2010 Pazar

22 Eylül 2010 Çarşamba

bu yaz benim için bitmiştir!

Barney Stinson: It's a sad day in New York, Ted. A sad day, indeed. Do you know what I saw on my way in here? A girl in a sweater and you know what that means? The season of exposed skin is over... Gone are the tank tops, Ted. Gone are the cute little skirts. Gone are the sun dresses. The sun dresses, Ted!



Tam da bu ruh hali içindeyken Barney kardeşim hislerime tercüman oldu. Ve evet, How I Met Your Mother yeni sezon başladı!

15 Eylül 2010 Çarşamba

güzel şeyler

Bi kere ismi güzel... Natasha Bedingfield... Ve kendisi İngiliz, daha ne olsun!









14 Eylül 2010 Salı

ben bu milletin kompleksine takarım arkadaş...

Birkaç gündür evdeyim. TV'lerin gündüz kuşağını özlemişim, onları izliyorum. Yalnız evlendirme programları almış başını gitmiş, onu anladım. Fox'takinde az önce müthiş iki diyaloğa rastladım, ağzım açık kaldı.

50'lerinde bir amca 30'larında bir ablaya talip olmuş. Amca denizciymiş zamanında, kamarot filanmış. Sunucu seyirciye soralım diyor, olur mu bu çift olmaz mı? Maksat fişeklemek tabii insanları. Bir iki laf ediliyor, denizci amca itiraz ediyor: ben sizin yorumlarınızı istemiyorum, ben bu hanıma talip oldum, o konuşsun.
Sonra seyirciler arasından bir adamla şu tuhaf diyalog geçiyor.

Denizci: İstemiyorum arkadaşım yorumlarınızı...
Adam: Sen kimsin ya... Ben de denizciyim, şu kadar yıl reislik yaptım. Sen kamarotmuşsun. Ben senin işverenin konumundayım. Beni dinleyeceksin. Sen benim yorumumu nasıl kabul etmezsin.

Tam "oha aq komplekse bak" derken, başka bir adam alıyor mikrofonu.

Adam: Sen bizim yorumlarınızı dinlemek zorundasın.
Denizci: Mecbur muyum beyefendi? Bu hanım söyleyecek son sözü...
Adam: Mecbursun tabii. Zaten şu kılığına bak. (Denizci abi kot, polo yaka t-shirt üzeri keten ceket giymiş) Şu yaşa gelmişsin böyle giyiniyorsun. (Kendisi de kravatlı filan)
Denizci: Ne alakası var kardeşim. Ben kendimi 35 yaşında hissediyorum.
Adam: Ben senelerce idare şefliği yaptım. 600 kişi yönettim. İnsan idare ettim ben. Kızım olsa sana vermem.
Denizci: Ben de senin kızını almam zaten. Senin kızın da sana benzer. Almam.
Adam: Sen bana kurban ol.
Denizci: Kadın olsan sana talip olmadın diye kıskandın derdim. Ama erkeksin...

Bu ne lan? Bu ne aq! Millet ne kadar kompleksliymiş.
Ama özlemişim gündüz TV izlemeyi, o ayrı...

twitter

Artık bi twitter hesabım var. Du bakalım noolcek! Belki bi karı kız filan düşer :)

http://twitter.com/MisterN000

1 Eylül 2010 Çarşamba

güzel müzik

bugün içimden böyle geldi...

30 Ağustos 2010 Pazartesi

youtube çalışıyor!

Valla billa çalışıyor ya! Ne oldu lan buna? Ben de tam bilgi edinme hakkımı kullanıp başbakan'a sormayı düşünüyordum "aga sen nası giriyon youtube'a, bi de hele?"

En son DNS değiştirmiş, youtube'umu izler olmuştum ki, devletim sağolsun beni koruyup! youtube'u kestiydi. Ama şimdi beni korumaktan vaz mı geçti yoksa? Artık beni sevmiyor mu, istemiyor mu yoksa?

savaş/zafer!


Bugün ilk kez 30 Ağustos törenleri için Hipodrom'a gittik ailecek. Bu sıcakta çekilir şey değil a.q. Tanklar, toplar, tüfekler, uçaklar filan derken, törenin sonunda aklımdaki tek şey şuydu: Savaş çok fena birşey şerefsizim! O tankların uçakların sesi bile insanı (bizim ufaklığı) tırsıtıyor. Bir de bomba attıklarını düşünün tepenize! İnsan çocuk sahibi olduktan sonra çok değişiyor. Ben değiştim. Gerçi asıl değişimim evlendikten sonra olmuştu. Yalan yok, evlenmeden önce, şimdiki zevceme mini etek filan giydirmezdim. Bildiğim maço/öküz takılırdım. Şimdi de giy diyorum, dekolte yap diyorum, bu kez o yapmıyor. "Evlendikten sonra çok değiştin sen" deyip kavga çıkartsam mı?

Ulan 30 Ağustos'tan, savaştan ben bu konuya nasıl geldim ya?

19 Temmuz 2010 Pazartesi

arada bir

Son zamanlarda yazamadım. Özel bir nedeni yok. Canım istemedi, tembellik yaptım... Aslında yazmak isteyip de, yazamadığım şeyler de oldu. Kısaca onlardan bahsedeyim bari:

- Bir kadını reddettim. Evet yaptım. Belki sonra yine pişman olabilirim ama geçerli nedenlerim vardı. Başıma fena halde bela olabilirdi.

- Bir süre yaz bekarıydım. Oğlumdan ilk kez uzun süre ayrı kaldım. Evde oyuncaklarını toplarken neredeyse ağlıyordum.

- Gecelere verdim kendimi. Bira, tekila, vodka karışımı insanı deviriyormuş. Hepsini bir arada ilk kez denedim. İlk kez araba yerine taksiyle eve dönmek zorunda kaldım.

- Henüz tatil yapamadım. Henüz dediğim 4 (yazıyla dört) sene olacak. Çekilir mi lan a.q. bu hayat böyle? Çalış çalış nereye kadar?

- Uzun zamandır göremediğim bir arkadaşımla oturup dertleştik. İki yaşında çocuğu var. Çocuktan sonra seks hayatı bitti lan dedi. Kendisine "aramıza hoş geldin partisi" verdik.

-Aynı şeyi bir hafta içinde iki farklı insandan duymuş olmanın ferahlığı var üzerimde. Aslında bu ayrı bi yazı konusu ya, bakalım belki!

-Ha bir de, spora başladım, bir hafta sonra bıraktım. Tembellere en uygun spor hangisi, bilen var mı?

iyi şiir nasıl yazılır?

Tü, allah belanızı versin sizin! Şiirden soğuttunuz lan adamı.. Ortalık şairden geçilmiyor. Hadi liseli ergen, platonik bebeleri anladık da, size ne oluyo lan götünün kılı ağarmış koca koca adamlar/kadınlar?

İçinde "umarsız, naif, esmek, dingin, emek, şefkat, sarmak, sigara, sevişmeler, yürek, dalak, kürek.." gibi kelimeler geçiyorsa, yazdığın herhangi bir metin şiir sayılır, di mi lan edebiyatın yüz karaları!

Ey okur, yukarıdaki ve onlara benzer bir kaç kelimeyi daha yan yana, alt alta diz, al sana bir şiir... İster sevgiline ver, ister gazetelerin "isimsiz şairler" köşesine gönder, istersen de bir şiir blogu aç, buradan karı kız kaldır. Bu kıyağımı da unutma!

Not: Şiiri zaten sevmem (çok ender durumlar hariç) ama bu nefretimi burada kusmanın sebebi, tanıdığım bi öküzün (bildiğin öküz) şiir kitabı çıkarmasıdır.

8 Haziran 2010 Salı

pavyondaki kadın benden hoşlanmış mıydı gerçekten?



Sene kaç hatırlamıyorum. O zaman Ankara'ya metro daha yeni yapılıyordu. O kadar eski yani. Hem okuyorum hem de çalışıyorum. Ama işe daha yeni başlamışım. Tıfıl bi delikanlıyım henüz. Daha 20 bile değilm belki. İşyerindeki abilerden birinin emniyetten kankileri varmış, her gece pavyona gidiyor, hesap mesap ödemeden geziyor tozuyor lavuk. Ben de acayip merak ediyorum bu pavyon denen yeri.

Birgün dedim ki, "beni de götürsene!". "Tamam" dedi, canına minnet ibnenin. Yanına adam arıyo zaten. Bir kişi daha bize katıldı. O gece 11 civarı çıktık işten. Önce emniyetteki elemanlara uğradık. Amcam "nereye göndereyim sizi bu gece" dedi. "Oha lan" dedim kendi kendime, "pavyon seçme hakkımız var". Havaya bak!

Bizim tecrübeli eleman Ulus'taki pavyonlardan birini söyledi. Polis amca aradı mekanı, "misafirim geliyo, ilgilenin" filan gibi bişeyler söyledi. Geceyarısı oradaydık. Girdik mekana, bir hürmet, bir hürmet. Gelsin içkiler, gitsin yanar dönerler. Bizim de götümüz kalktıkça kalktı tabii.

Ben tıfılım ya, benim iş arkadaşı abiler de "abi" ya, bir tanesi eğildi kulağıma, "karı ister misin?" dedi. "Vay a.q. bu gece hayatımım gecesi lan" dedim kendi kendime. Evet, o gece hayatımın en acayip gecelerinden biriydi. Bir daha hiç unutamayacaktım.

İstedim tabii. Ergenim daha neredeyse. Sivilceli filan bi tip. Çağırdılar bi hatun bana. Şimdi yüzünü filan pek hatırlamıyorum ama o zaman hasta olmuştum kendisine. Gençti, balık etiydi. Tam sevdiğim gibi. Epey bi alkolden sonra, hatun tuttu elimden ayrı bi locaya götürdü beni. Heyecandan ellerim buz kesmiş, artık renkler, ışıklar, sesler beynimin içinde birbirine karışmaya başlamıştı sanki. Halbuki bir kadınla da ilk temasım olmayacaktı.

O locayı hiç ununtmuyorum. Bizim abilerin çarprazında, sahnenin karşısında ama yine de kuytuda kalan bir yerdi. Biz orada baya oturduk sanki. Oturduk derken, hayatımın o ana kadarki en güzel memelerini orada gördüm, o ana kadarki en güzel öpüşmesi oydu. Beni durdurmasa içine bile girerdim oracıkta. Zaman durmuştu. Pavyonun iğrenç müziği bile güzel geliyordu.

Artık vakit baya ilerlemiş olacak ki, abilerden biri geldi, "hadi artık" dedi, "çıkalım". Hatun bana son kez bir french kiss verdi. Oradan çıktık. O zamanki aklımla hatunun benden hoşlandığını bile düşündüm. Belki de hakkaten hoşlanmıştı, kim bilir? Çünkü, şu anda artık duymaktan nefret ettiğim o lafı bana galiba ilk kez o söylemişti.

"Sen çok iyi birine benziyorsun. Ara beni mutlaka!"

Dışarı çıktığımızda hava ağarmaya başlamıştı. Şirket arabasıyla gelmiştik oraya. Abilerin ikisi de ayakta zor duruyordu. Yüzüme Ankara'nın ayazı vurunca kendime geldim. Arabayla değil de, taksiyle gidelim filan dedim ama dinlemediler beni. Bir tanesi, hayatımda unutmayacağım o cümleyi söyledi: "Ben sarhoşken daha iyi kullanırım arabayı. Valla bak!"

Yıllardır görmediğim o elemanın sesindeki vurgu, gözlerinin kızarıklığı, yürürken sallanması, herşey şimdi bile gözlerimin önünde.

Ben arkaya oturdum. Yola çıkalı daha 2-3 dakika bile olmamıştı, gidişimizden bişeyler olacağını anladım. Birkaç saniye sonra da, fren sesi, gürültü... Metro inşaatında bir çukura düşmüştük. Arabanın burnu boşluktaydı. İlk ben çıktım arabadan. Hemen işçiler filan geldi, diğerlerini de çıkardık. Oramı buramı yokladım, iyidim. Ama "abiler" pek değildi. İkisinin de yüzleri kan içindeydi. Birkaç dakika sonra ambulans filan geldi. İlk kez o zaman bindim bir ambulansa. Hastaneye gelince bizim elemanlar ayılır gibi oldu. Bir tanesini sedyeye aldılar, diğeri yürüyebiliyordu. Sedyedeki sürekli bağırıyordu. Platonik aşkının adı koridorda yankılanıyordu. Çok utandığımı hatırlıyorum. Bana ne oluyorsa?

Bir ara kolumu tuttu. "Ne olur" dedi, "söyle ona, hergün mezarıma gelsin, çiçek getirsin, söyle mutlaka"

"Olur" dedim ama o an gülesim geldi. Çünkü artık iyice ayılmıştım, ve bunları çok kötü yaralı olduğu için değil sadece sarhoş olduğundan söylediğini farketmiştim.

Tedavi için içeri aldılar, ben artık oradan çıkmalıydım. Diğer eleman da ayılmış, sedyedekinin bana söylediklerini duymuştu. Hastane bahçesinde gülmekten katılan iki gerizekalıydık!

İyice sabah olmuştu artık. Aramızda olayların kısa bir muhasebesini yaptık. "Sen hiçbir şeye karışmayacaksın. Biz herşeyi üzermize alacağız. Sen bu gece hiç burada değildin" dedi. Vicdan azabı çektiği belliydi. Ne de olsa arabayı o kullanıyordu.

Ben ofise gittim. Henüz herkes gelmemişti. Kahve içitim, biraz sonra müdür geldi. Odasına girip herşeyi anlattım. Şoktaydı. "Nasıl yani, nasıl yani" deyip duruyordu.
İlk şoku atlatınca o vurucu cümleyi etti bana: "Hadi o iki salağı anladım da, senin gibi birinin ne işi vardı orada?" Diyemedim ki, "hayatımda gördüğüm en güzel memelere dokundum, en ateşli öpüşmeleri yaşadım"

Pişmadım ama "yine de güzeldi be!"

"Sen git evine dinlen" dedi müdür. "Biraz uyu sonra konuşuruz". Baba adamdı. İyi biriydi.

Çıktım, bir parkta oturdum. Sigara için elimi cebime atınca bir peçete geldi elime. Pavyondaki hatun numarasını yazmıştı. Baktım baktım, sonra gidip çöpe attım. Gerçi sonra numarayı hatırlamaya çalıştığım oldu ama hiçbir zaman hatırlayamadım...

7 Haziran 2010 Pazartesi

bittin kızım sen!

Sandra Bullock kisses Scarlett Johansson at MTV Movie Awards



Yapılır mı lan bu bana??? Kaltak Sandra, bittin kızım sen! Sen benim hatunu nasıl yersin lan?? Gerçi bizim Scarlett de biraz teşne gibi ama neyse...

6 Mayıs 2010 Perşembe

bir an için angelina oldum ben anne!

"Kurdeşen dökmek" deyiminin ne demek olduğunu geçen gün bizzat üzerimde inceleyerek anladım. Çok pis bir şeymiş, onu söyleyeyim! Önce hafiften kaşınmaya başlıyosun, sonra kızarıklıklar belirmeye başlıyor vücudun muhtelif yerlerinde. "Noluyo lan, böcek filan mı soktu ki acaba?" diyosun. Sonra ellerin, ayakların, dudakların filan şişmeye başlıyor. Bir anda Angelina Jolie dudaklı bir erkek kızılderili gibi görünüyosun. Bu sırada kaşıntı o derece şiddetli hale geliyo ki, yerlere yatıp, halıya sürterek sırtını kaşımaya çalışıyosun. Kaşınmaktan derin yırtılıyor. Ayağa kalkmaya çalışıp, ödem yüzünden şişen ayaklarının üzerine basamayıp yere yığılıyosun. Sonra aniden, yutkunurken garip bir şey hissediyorsun. Ve işte o an acil servise gitmeye (nihayet) karar veriyosun. Tüm bunlar toplam 30 dakika içinde olup bitiyor.



Acile gider gitmez boğazına bakıyorlar ve acil kapısında o kadar bekleyen insan varken, sana öncelik veriyorlar. Bu sırada kapıdaki güvenlik görevlisi, sana acıyan bir ifadeyle bakıp "abi geçmiş olsun, hayırdır?" diyor. Sen durumun farkına varmamış halde, "bilmiyorum birader, balık yemiştim, zehirlendim galiba" diyosun.

"Abi yanında rakı içseydin bişey olmazdı!" diye (o an için) sana gereksiz gelen bir espri yapıyor, (güya) acillik hastaların bir an için yüzünü güldürüyor. (Sonra aklına gelince, elemanın esprili bi şahsiyet olduğunu düşünüp sen de gülüyorsun)

Acil servis doktoru, yüzüne bakınca olayı anlıyor, bir iki soru sorup hemen damar yolu açıyor. Kortizon içeren 7-8 tüp iğneyi serumun içine boca ediyor. Yaklaşık 1saat sonra kaşıntı ve şişlikler yok oluyor. Yalnız ilaçlar tansiyonunu düşürüyor ve sen bir an için neredeyse bayılıyorsun. Neyse ki, o da bi yarım saat içinde kayboluyor. Hastaneden çıktıktan sonra yanındakiler dudaklarınla dalga geçiyor, türlü türlü esprilere maruz kalıyorsun. Ha bir de, vücudundaki çeşitli morlukları görünce, "oha, amma kaşınımışım a.q.!" diyosun...

3 Mayıs 2010 Pazartesi

26 Nisan 2010 Pazartesi

herkes serbest, bi sen tutsak...

Antalya'da sarhoş lavuk, arabsıyla otobüs durağına dalmış, 8 kişi yaralanmış. Herif kaçmış, 4 saat sonra polise teslim olmuş. Gel gör ki, bu dallama tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmış.

Siirt'teki malum olayı duymayan kalmadı. 13-14 yaşındaki piçlerin el kadar bebeklere yaptıklarını okumuşsunuzdur. Okumayan kaldıysa da, (yalnız dikkat edin içiniz kalkabilir) buyursun buradan baksın. Şimdi bu piç kuruları da serbest. (Küçük bir çocuk babası olarak söylüyorum! Çocuk mocuk anlamam ben arkadaş, bunları da yaşı kaç olursa olsun siklerinden sallandırmak lazım)

Meclis'te ıvır zıvırları tartışacaklarına, bu tür suçların yaptırımlarına bi hal çare bulsalar ya ağalar, paşalar! Reformsa, gelin bunlara bir reform getirin! İnsan büyüdükçe geleceğe ilişkin korkuları daha da artıyor.

21 Nisan 2010 Çarşamba

size söylemiştim a.q.

Bundan 2 ay önce bir şeyler olacak hissediyorum demiştim.

Yok, henüz olmadı ama ramak kaldı. Sanki istesem hemen iş arkadaşımla yatakta bulacağız kendimizi. Oradan sinyaller gayet net çünkü. Fakat ben henüz karar veremedim. Eğer yaparsam ilk kez karımı aldatmış olacağım. (Paralı ilişkiler hariç, o da sadece bir iki kere)... Eğer yapmazsam da içimde kalacak a.q. (Hatun bildiğin taş)

Üff ya... Daha bi bok yemeden streslere daldım çıktım. Bu ne yaa!

8 Nisan 2010 Perşembe

The Pacific



Amerikan HBO kanalının 10 bölümlük yeni mini-serisi. "HBO veriyorsa iyidir" dedim izledim. Şu ana kadar 4 bölüm yayınlanmış Amerika'da. Band of Brothers gibi Tom Hanks ve Steven Spielberg yapımı. II. Dünya Savaşı sırasında Pasifik'te Amerikan askerlerinin Japonlarla savaşını anlatıyor. Haliyle Amerikan propagandası var. Ama, en azından şu ana kadar, -Vietnam sendromu benzeri- Amerikan askerlerinin nasıl sıyırdıklarını da görüyoruz.

II. Dünya Savaşı ile ilgili ne varsa izlemeye çalışırım, ana ilgi alanlarımdan biridir. O yüzden bunu da izliyorum. Herifler bol para harcamış, oyunculuklar filan süper, dizi de çok başarılı. Şiddetle tavsiye ederim!

Bildiğim kadarıyla cnbc-e verecekti bu diziyi, ne oldu, başladı mı bilmiyorum. Nasıl olsa internet sitelerine düştü. (Yaşasın korsan!)

Yalnız dizide o kadar çok sigara içiliyor ki, nasıl buzlayacaklar/çiçeklendirecekler o kadar sahneyi bilemedim.

6 Nisan 2010 Salı

27 Mart 2010 Cumartesi

mutlu ol!

Evli Adam müthiş bir gazetecilik örneği sergilemiş. Üşenmemiş!, gitmiş bir Rus fahişeyle röportaj yapmış. Tam 44 dakikalık bu röportaj çok ilgimi çekti. Çünkü burada bu Rus hatun kişisinin neden bu işi yaptığını, nelerle, kimlerle karşılaştığını, nasıl çalıştığını filan öğrenebiliyoruz. Çok bilgilendirici, kıskandım Evli Adam'ı.

Ama benim burada en çok ilgimi çeken şey, ablanın şu cümleleri oldu:

"Burada ben goruyorum Turk çok seviyor aglamak. Çok aglamak. Film aglamak. Çok seviyor aglamak... Mutlu ol! Mutlu ol!. Nasıl bugün güzel yamuş!! Rahat ol, mutlu ol! Bende çucuk güzel, bende hanım var, bende ev var, bende iş var, bende saglık var. Gül, mutlu ol!"

Nasıl? Süper değil mi sizce de?

Hani "hayat okulu" derler ya... İşte bu abla da okulun en "kral" hocası bence!

21 Mart 2010 Pazar

canli intihar!



En az 10 yıl önce Ankara'dan bir kare... Türk medya tarihine geçebilir: canlı yayında intihar ve intihar sırasında röportaj! Yürü be Türk medyası! Kim tutar seni!

18 Mart 2010 Perşembe

tanıyabildiniz mi?



şu haliyle ne "kötü adam" oynarmış be!

güzel şeyler - III



didem inselel

ps: umarım mete inselel ile bir ilgisi yoktur!

5 Mart 2010 Cuma

sevgili kadınlar, lüften dikkat!



Sevgili kadınlar,

Kadınlar Günü hatırına sizden birkaç talebim olacak. Emin olun, bu taleplerimi yerine getirmeniz sizin çıkarınıza...

-Öncelikle bırakın bu Kadınlar Günü zırvalıklarını. Hani ne oldu feminist duruşunuza? Yapsanıza "beni sadece yılın bir tek günü hatırlayan zihniyetin götüne koyim" geyiklerini!

-Sırf moda ayaklarına abuk subuk şeyler giyip adamın asabını bozmayın. Nedir lan hala o Ugg modası??? Gerçi genelde yeni yetme bebeler tercih ediyo bunu hala ama, olsun. Bir de şu dar paça jean olayına bi son verin artık ne olur. Leggings mi ne diyolarmış. Altına da spor ayakkabı giyiyosunuz ya, hiç olmuyor. Hele topuklu hiç olmuyor. Hani kısrak gibi bi hatun olursun, bacak boyun 1.20 olur anlarım. Ama götten bacak klasik Türk vücut tipine hiç olmuyor, söyleyeyim. Köküne kıran mı girdi lan klasik kesim kotların?

-Ne olur parfümle "yıkanmayın"! Bir iki fıs fıs yeter de artar. Arkanızda yürürken parfüm kokusundan boğulmak zorunda değiliz.

-Kıyafet alırken ve bunları giyerken hemcinslerinizi değil, erkekleri düşünün. Siz de rahat edin, biz de edelim!

-Dedikoduyu erkekler de sever. Giyim kuşam konusunda biz erkekler bolca sizin dedikodunuzu yapıyoruz, aklınızdan çıkarmayın!

-Berbat araba kullanıyorsunuz, bunu kabul edin!

-Konuşurken küçük kız çocuğu taklidini nooolur yapmayın artık! O nedir ya?

-Peki o çiçek takıntınız nedir kuzum? Ne kadar çiçek alsak yine de kesmiyo sizi. Götürüp bi çiçek tarlasına atasım geliyo bazılarınızı, ona göre!

-Ha bir de şu erkeklerle ilişkiler mevzusu var ki, o olaya hiç girmek istemiyorum. Kısaca "verecekseniz verin, fazla kanırtmayın" demek istiyorum.

4 Mart 2010 Perşembe

iyi müzik

güzel şeyler -II



Christiane Paul... kendisiyle "Im Juli"de tanışmıştık.

hoşgeldim!

Birkaç gün seyahatteydim. Dünyanın en sıkıcı şehirlerinden birine, Brüksel'e gittim. Gitmez olaydım. O ne rüzgar, o ne yağmur, o ne soğuk kardeşim! Nasıl yaşıyolar bu memlekette? Sokaklardaki bütün çöp kutuları kırık şemsiyelerle doluydu. Ama yediğim en güzel çikolata buradaydı. Bizim yediklerimiz samanmış, saman...



Sıkıcı birkaç günü bana unutturacak en güzel şeyi, Grand Platz'ın kenar sokaklarından birindeki bir jazz club'ı, ancak son gün keşfedebildim. Müthiş müzik yapan 70'lik birkaç delikanlı ve o kulüp, memleketime bir kez daha sövmemi sağladı. Niye böyle yerler yok a.q. bizim buralarda? Ha, bir de günübirlik Amsterdam'a kaçış, gecenin bir vakti dönüş, Amsterdam geyikleri filan da olmazsa olmaz. Belki başka bir zaman anlatırım.

25 Şubat 2010 Perşembe

bir şeyler olacak, hissediyorum!

Evet, hissediyorum ama iyi mi ediyorum, kötü mü, bilemedim.

Geçenlerde bir iş yemeği için iş arkadaşlarımla birlikte (müdür v.s. dahil) güzel bir meyhaneye gittik. Yediğim içtiğim benim olsun, gördüklerimi anlatayım. Ben bu kadar güzel kadını bir arada görmemiştim! Aseksüel hayatın bir getirisi olarak bana mı öyle geldi, yoksa yüce yaradan o gece bana bir işaret vermek için hepsini oraya mı toplamıştı anlamdım. Belki de "çirkin kadın yoktur, az vodka vardır" diye boşuna dememiş Rus kardeşlerimiz. Neyse.. mevzu o değil aslında.



O gece meyhaneden sonra bir gece kulübüyle devam etti program. Israrlara dayanamadım tabii, katıldım etkinliğe. Meyhanedeyken bütün gece tam karşımda oturan iş arkadaşım da (başka başka bölümlerdeyiz ama neredeyse hergün karşılaşıyoruz, en azından sigara molalarında filan) geldi oraya. Güzel, seksi bir kadın. Sadece o gece değil, ondan önce de aynı şeyi düşünüyordum. Zaten son bir kaç aydır samimiyetimiz giderek ilerliyor. Gece kulübünde biraz sohbet ilerledi (heyecana mahal yok), benim evli olduğumu bildiği halde bekarlığın ne kadar güzel olduğundan, kendisinin de nişanlısından yeni ayrıldığından ve biraz daha bir şeylerden filan bahsetti (bu bir işaret mi kızlar?:). Gece boyunca sık sık da bakışlarını yakaladım. İş yerinde de bir kaç gün sonra karşılaştığımızda hemen yanıma geldi, sohbet ettik biraz. Ama maalesef yoğundum.

(Bu ne lan, Güzin Abla mektubu gibi olmuş!)

"Eee, bu mudur yani?" diyen olabilir. Evet budur. Lakin diyeceğim o ki, yazının başlığı herşeyi özetliyor.

23 Şubat 2010 Salı

hiç sevmem amma bir çift lafım var!

Politikadan, memleket meseleleri konuşmaktan nefret ederim ama yazmadan da duramayacağım. Son zamanlardaki ordu-siyaset geriliminden, darbe dedikodularından, savcı-başsavcı-hakimler kurulu atışmalarından sonra bir tanıdığım, ki kendisi emekli bir paşamızın bir eli yağda bir eli balda büyümüş kızıdır, aynen şunu söyledi: "Bir darbe olsa da rahat etsek!"



Bazen haklı olarak, insanlar muhalefet yapıyor, hükümetlerden nefret ediyor, milletvekiline, bakana, başbakana sövüp sayıyor. Siyasetin doğası bu... Bazen iktidarsın, bazen muhalefet. Gerçi Baykal gibi kimisi de hep muhalefet! Babasından medet uman çocuk, elinden misketi alındığı zaman babası koşup yetişirse her daim, ileride işte bizim paşa kızı gibi olur. Kendisi devletimizin nadide kurumlarından birinde, bir devlet memurunun alabileceği en iyi maaşı, torpille sorgusuz sualsiz girdiği işinde günde 1-2 saat (o da belki) çalışarak kazanıyorsa, ve hala da şikayet ediyorsa, ben öyle babanın taa...

Biraz özel husumete kaydı ama, işin aslı -her ne kadar bu hükümetten hazzetmesem de- bazen bu bahsettiğim kaltak gibilerin burnunun sürtülmesi gerektiği için, son olayların, bu korku havasının, birşeyleri kaybetme hissini yaşamanın, memleketimizin créme de la créme tabakasına yayılmış bu endişenin biraz da iyi olduğunu düşünüyorum. (Bence gerçek créme de la créme tabaka Tüsiad üyesi aileler değil, bunlardır)

Hele bir de 1980 sonrası hapislerde olanları, yıllar sonra bizzat yaşayanların ağzından duyduktan sonra, darbe heveslisi insanların nasıl böyle bir heves beslediklerine iyice şaşırıyorum.

Bir yandan "oh iyi oluyor bu şımarıklara" derken, öte taraftakilere ne demeli? Zaten uyuzum alayına! Daha fazla uzatmayayım, ne olur ne olmaz! (Bak işte, boşuna korku imparatorluğu demiyorlar)

18 Şubat 2010 Perşembe

iyi müzik



Sade yeni kaset çıkarmış. "Soldier of Love" oradan. Genelde böyle ağır ritmleri pek tutmam ama bu şarkıyı çok sevdim.

17 Şubat 2010 Çarşamba

güzel şeyler - I



Her sabah bu kadın için cnbc-e izliyorum!

6 Şubat 2010 Cumartesi

bir sorun var!



Bugün büyük bir kavganın ardından birkaç saat sonra -arayı düzelttikten sonra- bana baktı, baktı, dedi ki:
-Sen iyi bir adamsın ya!
Peki ben neden kendimi iyi hissetmedim?

Hani, bir koku size geçmişte yaşadığınız bir şeyi hatırlatır ya, işte o an gözümün önünden bir sürü resimler geçmeye başladı. İnsan hayata erken başladığı zaman, erken mi yaşlanıyor ne? İşte o erken zamanlarda yaptığım tercihler, bu günümü hazırladı. Gözümün önünden geçen resimler de bu tercihlerimin kısa bir tarihiydi.

Bu ara kendimi yaşlı hissediyorum. Yaptığım tercihleri sorguluyorum. Bugüne kadar okuduğum okul (üniversite) dışında bir pişmalığım yok diye düşünürdüm. Peki ya evlenmek, evlendiğin insan, yaptığın iş... Yolun yarısına gelince artık bunları da sormaya başlıyor insan. En azından ben artık öyleyim galiba. Bu geçici bir şeydir belki, bilmiyorum.

Bir süredir düşünüyorum: acaba şimdi o tercihleri yapmasaydım neredeydim? Evli olmasam şu anda nasıl yaşıyordum? Veya başka birini tercih etseydim? Şu anda kimdim? Nasıl yaşıyordum? Cevapları bilmiyorum. Ama az çok tahmin edebiliyorum. Kesinlikle Ankara'da değildim. Büyük ihtimalle evli değildim. Yalnız yaşayan biriydim. İşim muhtemelen benzer bir şey olacaktı. Maddi olarak çok daha iyi olacaktım. Çok seyahat eden, gezen tozan, daha özgür biriydim.

Peki mutlu olacak mıydım? Bilmiyorum. Şimdi mutlu muyum? Galiba değilim! Peki önümdeki yol beni mutlu edecek mi?

Günlük koşturma içinde insan içinde bulunduğu durumu anlayamıyor. Bedeninden çıkıp, yükselip, hayatını yukarıdan izlediğinde daha iyi görebiliyor gerçekleri. İşte bugün o "sen iyi bir adamsın lafı" -neden bilmiyorum- beni aldı, bedenimde çıkardı, yukarı taşıdı. Biri, yani en yakınınız yani hayatınızı birlikte paylaştığınız biri, gerçekten, samimi olarak, içinden gelerek, sizin "iyi biri" olduğunuzu söylüyor. Ama bu bile sizi mutlu etmiyor. Ben "iyi biri" olmayı tercih ettim ama bir sorun olduğu çok açık.

28 Ocak 2010 Perşembe

avatar bi sikim değilmiş!

Sonda söyleyeceğimi başta söyledim galiba, ama olsun! Avatar'ı beğenmedim arkadaş. Bi numarası yokmuş. Herkes ölüyor, bitiyor, bayılıyor filan. Ulan demek ki siz iyi film izlememişsiniz! 

Çok da hakkını yemeyeyim. Tekniğine, harcanan emeğe, onca paraya saygı duydum. Emeğin önünde saygıyla eğilirim her daim. Animasyonlar filan da güzel olmuş, ellerine sağlık elemanların. Ama beklentilerimi hiç karşılamadı. "Onca övgüden sonra beklentilerini yüksek tuttun galiba sen. Ne bekliyordun ki dallama?" diyen arkadaşa da cevabım şu oldu: Ben zaten birşey beklemiyordum ki!



Evet, doğru... Filmi bir solukta izledim. Çok sürükleyiciydi. Ama izlerken klişelere boğuldum. Hanginiz bu filmi izledikten sonra Braveheart ve benzer temalı filmleri (Matrix, hatta Karate Kid) hatırlamadı? Mazlum bir halk... Bir lider çıkıyor... Toruk macto filan oluyor bir anda. Eğitim süreci v.s. Arada aşk meşk (esas kıza aşık bir başka elemanla mücadele), kötülere karşı müthiş bir savaş, en kötü adamın en son ölmesi... Tabii ki iyiler kazanıyor.

Bir de, epey bi "felsefesi var olm filmin" filan diye geyik yapmışlar. Yok sosyalist mesajlar içeriyormuş, depresyona neden oluyormuş... Hatta filmden sonra intihar edenler olmuş. Yok anasının nikahı! diyorum ben bu arkadaşlara. Bunu izledikten sonra intihar eden arkadaş, misal bi Requiem For A Dream izlese götüne dinamit sokup patlatır herhalde!

Edit: Bu yazıyı yazdıktan sonra ekşisözlük'te filmle ilgili yorumları okudum. Meğer aklın yolu birmiş.

24 Ocak 2010 Pazar

hiçbir zaman Sawyer olamadım





Tanıdığım kadınların hemen hepsi hayatlarının bir döneminde mutlaka Sawyer gibi serseri ruhlu ama yakışıklı bir adamla birlikte olmak istemiş. Bu kadınlara eşim de dahil. (Bundan sonraki yazılarımda da eşimden bir miktar bahsedeceğim anlaşılan. O yüzden ona bir isim bulmam lazım. "Patron" olsun mesela) Dün gece arkadaşlarla Lost'tan bahsederken konu Sawyer'a gelince dibi düştü yine. Sorun değil. Her kadının beğendiği film kahramanı, aktör v.s. olabilir. Aklından geçenleri saklamaması benim için iyi. Hem bir miktar evlilik/ilişkiden sonra insanların gözleri başka şeyleri de görmeye başlıyor. Bu doğal süreç galiba. Önemli olan dürüstlük!



Ama kadınlara göre evlenilecek erkek tabii ki her zaman Jack Shephard. İyi bir meslek sahibi, kariyerli, paralı, yardımsever, dürüst, düzgün bir adam işte ya... Daha ne olsun!

Ben hiçbir zaman Sawyer olamadım. Kadınların gözündeki rolüm Jack'inki oldu bugüne kadar. Halbuki, istediğim rol hep Sawyer'ınkiydi. Maalesef, hayatımın yönetmeni bana bu rolü uygun görmedi. Ama aklım sürekli Sawyer olmakta kaldı. Tamam o kadar yakışıklı bir adam değilim. Vücud desen, hafif göbek filan, bundan sonra asla öyle olamayacak gibi. Ama aslında ruhumda biraz o adamdan var. Sürekli bastırılmış, ama var!

Sawyer olmak derken, derdim, her gördüğüm kadının boşluklarını! doldurmak değil. Mesele; biraz sorumluluklarımdan sıyrılabilmek, başkaları için değil, kendim için yaşamak, bunu yaparken de hiçbir şeyin sonucunu hesaplamamak. Kısacası kontrolü bir süre için de olsa tamamen bırakmak. (Evet, biraz control freak bi halim var ne yazık ki) Mesela ben hiç sarhoş olmadım. Çünkü, ya hiç o kadar içmedim, yada içsem bile mutlaka bedenimi ve aklımı bir şekilde kontrol edebildim. Mesela, istediğim ama bana pahalı gelen birşeyi "amaan, sikmişim parasını, al gitsin lan!" diyemedim. Mesela, gidip hiç tanımadığım ama beğendiğim bir kadınla konuşamadım. Mutlaka birinin tanıştırması gerekti.

Söz kadınlara gelmişken... Tanıdığım bütün erkeklerse genelde Kate'i beğeniyor. Özgür ruh (olm bu hatun ne sevişir lan), gösterip de vermeme (bir çeşit erkek yuları), türlü türlü oyunlar (illa uğraştıracak bu hatun da ya), gizem (lan bu karıda bişey var ama ne), seksapel (olm bu hatun ne sevişir lan), v.s... Erkekleri çeken şeyler de bunlar sanırım. Ha bir de güzel kadın Allah için!



Ama benim beğendiğim kadın kesinlikle Juliet. Sarışın olması değil önemli olan. Beni çeken şey donuk bakışları. "Ben buradayım, gelirsen bakarız, gelmezsen keyfin bilir" tavrı. Genelde sıcak, seksi kadınları severim ama Juliet hiç sıcak bi kadın gibi görünmüyor. Patron da tam tersi. O sıcakkanlı, konuşkan biri. Sanırım insanın elinde olmayanı arzulaması benimki.

21 Ocak 2010 Perşembe

keşke...



Keşke kadınları böyle kontrol edebilseydik!

biraz dedikodu

Geçenlerde Kapalıçarşı dizisinde oynayan bir arkadaşıma rastladım. Söz diziden açılıca övgü mahiyetinde bir iki çift laf ettim. "Ayak yapma olm, Ezel izliyosun di mi?" dedi. Herif bana trip attı bi de iyi mi? Bu oyuncu milleti bi acayip.

E ne yapsaydım yani, "sadece reklam aralarında bakıyorum" diyemedim işte. Hem arkadaşımsın diye Ramiz Dayı yerine seni mi izleseydim. Neyse ki Ezel atv'ye geçmiş de, bana bunlarla gelemez artık!

15 Ocak 2010 Cuma

evlilik seksi öldürüyor!

Genç erkekler ve kadınlar! Sizi uyarıyorum. Evlilik, aşkı da seksi de öldürüyor! Evlilik demek, bana göre, derin bir bağlılık, hatta bağımlılık demek. Onu görmeyince özlemek, ama görünce de "ooo naber kanka" demek. Ve tabii uzun zaman geçtiyse, ve bir de çocuk varsa, "seks neredeyse bitti" demek.

7 yıl oldu evleneli. Son 3 yıldır da hayatımızda bir "bebe" var. İlk 4 yıl gayet iyiydi. Hiç şikayetim yok. Gezdik, tozduk, yedik, içtik, seviştik, uyuduk, uyandık yine seviştik. Hamilelik dönemiyle birlikte sorunlar başladı. İlk bir iki ay sorun yoktu. Ama ne zaman karnı büyümeye başladı, işte o zaman ben de korkmaya başladım. O azdıkça azdı, ben söndükçe söndüm. Korktum. "Ya bişey olursa, ya zarar verirsem.." Hem içinde o varlık varken ben de giremezdim ki!

Ben korktukça, o üstüme geldi. Sürekli üstümdeydi. Ben bir kadının bu kadar azgın olacağını hayal bile edemezdim. Kaldı ki, bu kadının zaten seksle ilgili sorunu yoktu. Rahattı, hatta o kadar rahattı ki, bir azamanlar bu konuda "muhafazakar" bile denilebilecek ben, onun sayesinde açıldım. Birçok insanın sadece fantezilerinde olan şeyleri bile yapmıştık zamanında.

Sonra, canımın diğer yarısı geldi. Zor oldu herşey. Doğum da, sonrası da. Sağlık sorunları vardı. Çok üzüldük, çok ağladık beraber. O ağladı, biz ağladık. Neyse ki, zamanla düzeldi. Bir yıl böyle geçti. Sonunda herşey düzelmişti. Ama biz de çok yıpranmıştık. O bir yılın ardından geçen zamanı da, kendimizi tazeleme, yenilenme süreci olarak gördüm. Bir yıl ve sonrasındaki altı ayda da zaten bir beklentim yoktu seksle ilgili. Unutmuştuk zaten, o da, ben de. Tuvalette görüyordum sadece benimkini. Sonraları ben birşeyler hatırlamaya başladım: kadın vücudu. Onun vücudu da düzelmeye başlamıştı. İnceldi, eskisine yakın, seksi kadın geri geldi. Ben de geri gelmiştim artık. Ama birşey eksikti. O geri gelmemişti. Kendi bedenini hala beğenmiyordu. Benim de beğenmediğimi sanıyordu.

Çok konuştuk bu konu hakkında, çok da kavgalar ettik. Artık eski güzel günlerimize dönmek istiyordum. O da istiyordu, burada sorun yoktu. Ama sorun, artık eskisi gibi istekli olmamasıydı. "Zaten hayat yeteri kadar yoruyor"du. Yorgunluk herşeyi öldürüyordu. Benim için mini fırsatlar yaratmak yeterdi. Halbuki, ona göre bu iş öyle planlı programlı olmamalıydı. Spontan gelişmeliydi. Ben bekledim o "spontan" gelişmeyi. Bekledim, bekledim, bekledim... Bana başka kadınlara gitmemi bile önerdi. Ciddiydi. Gitmedim. Ciddiyim gitmedim.

Eski günler hala geri dönmüş değil. Yani en azından tam olarak değil. Çok ilerleme kaydettik diyebilirim. Artık ortalama 2 haftada bir sevişiyoruz. Yani anlaşılacağı üzere "batı cephesinde yeni bir şey yok".

11 Ocak 2010 Pazartesi

bu ne yaa...

-iyi günler, X bey'le mi görüşüyorum?
-evet, benim buyurun.
-iyi günler X bey. sizi odeon (ben öyle anladım ama aegon'muş doğrusu) sigortadan arıyorum. sizi yeni bilmemne sigortası hakkında bilgilendirmek istiyorum. birkaç dakikanız var mı?
-hayır yok. müsait değilim, kusura bakmayın.
-sadece bir iki dakika sürecek.
-şu anda meşgulüm, kusura bakmayın. (kibar olmaya çalışıyorum)
-efenim, yeni bilmemne sigortamızın şu şu avantajlarını öğrenmek istemez misiniz?
-hayır dedim. ilgilenmiyorum. (hala kibar olmaya çalışıyorum)
-ama efenim, bu yeni sigortayla...
-hanımefendi, zamanım yok. ayrıca ilgilenmiyorum. kapatabilir miyiz? (iş arkadaşlarım bana bakmaya başlıyor)
-ama X bey, yeni sigortamızın sunduğu avantajlar bla bla....
-hanımefendi, ben mi anlatamıyorum. il-gi-len-mi-yo-rum. lütfen kapatabilir miyiz? (ses tonum bayağı sertleşiyor)
-peki X bey, sizi daha sonra ne zaman aramamızı istersiniz?
-yahu istemiyorum. aramayın beni. ilgilenmiyorum dedim. (neredeyse bağırıyorum)
-ama bla bla bla....
-kapatabilir miyiz? (artık bağırıyorum)
-peki x bey, iyi günler.

Anlıyorum, işsizlik, zar zor bulunan bir iş, satış baskısı, maaş/prim alamama sıkıntısı v.s. ama biz de insanız ya! Bunu okuyan satışçı arkadaşlar varsa, ne olur bana kulak versin. Israr, satış yapma ihtimalinizi artırmaz. Tam tersine, sigorta yaptıracağım varsa bile artık Aegon sigortanın kapısından geçmem. Bilginize...

9 Ocak 2010 Cumartesi

anne-çocuk bloglarının alayına...

Şu annelerin bebelerini anlattığı bloglara nasıl uyuzum anlatamam. "Bugün gazı vardı bebişimin, dayanamadım gözyaşlarına... ay bir elbise almış halası, prensesler gibi oldu minik kızım, bugün oğluşum bokunda boncuk buldu nasıl sevindik ailecek.." gibi yazanları saçlarından sürükleyesim geliyor.

Bu tür blog yazan kadınların profili de genelde şöyle: Bunlar en az 33 yaşında anne olmuş, çünkü o güne kadar paso sürtmüş ve bir tabur askerle yatmış en sonunda da bi dangalağı kafalayıp evlenmiş; ya da yok kariyerdi, yok ilim irfandı derken kendini işe güce adamış hırs küpü ve kavanoz dibi gözlüklü entel dantel görünümlü kadınlar.



Bu iki grup kadının da maddi sorunu yoktur. Ya aileleri varlıklıdır, ya da kocaları. Evinde yardımcı kadını, bebek bakıcısı filan olan, bebeleri aylığı 2-3 bin liralık kreşlere gönderen, altında cipi olan, büyük "mall"lardaki çocuk mağazalarını talan eden ve tabii bu arada kendine de sürekli kıyafet alan, bu yüzden elinde sürekli poşetler olan, "ay şekerim geçen gün harvey nichols'tan bi elbise aldııım, üzerindeki yarak desenini bir görseeen, bayılırsın" diye konuşan kadınlardır bunlar. Daha fazla uzatmayayım, bu türler acayip organize olmuş ve dayanışma içindeler. Hepsi birbirinin bloguna filan üye. Hatta bebeleri bir araya getirip karşılaştırıyolar filan. "Benimkinin pipisi daha şimdiden 5 cm. Ay o da bişey mi benimkini kreşte kızlar Rocco Jr. diye çağırıyolarmış".. Off of, şimdi bunlar beni bulup, Burberries şemsiyeleriyle döverler bir de...

Çocuk sevmezdim eskiden ama şimdi benim de bir bebem var. Tamam şimdi herşey farklı ama yediği her haltı da kalkıp cümle aleme anlatacak değilim. Maalesef bu tür kadınlardan tanıdıklarım da var. Ayıp olmasın diye bloglarına üye olmuşluğum da. Ama yeni posta uyarılarını gördükçe içim daralıyor, klavyeyi kafalarına geçiresim geliyor.

Kimisi diyor ki, "ben bu blogu ileride bebem okusun, ne kadar möhteşem bir anası var görsün diye yazıyorum." Ulan bebe bunları ergenlik çağına gelip de okuduğunda ana avrat düz gidecek sana haberin yok. Ha belki 30-40 yaşına filan gelince okurken biraz hüzünlenir. "Rahmetli anacım beni ne zor şartlarda büyütmüş. Bak körolası babam bi satır yazmış mı?" diyebilir. Ama o zaman da iş işten geçmiş olacak. Hem bakalım internet denen şey hala var olacak mı?

5 Ocak 2010 Salı

Nexus One çıkmış a dostlar


Gözümüz aydın! Google, iPhone'a rakip olarak ürettiği cep telefonunu, yani Nexus One'ı nihayet piyasaya sürmüş. Epeydir internette bu telefon üzerine geyikler dönüyordu. Google da telefonun özelliklerini yavaş yavaş sızdırıyordu. Özelliklerine şimdi baktım da, iPhone'a çok ciddi rakip olacak bence. Yalnız Android işlemciyi bilmiyoruz tabii.

Peki bu telefonu nasıl alabiliriz? Hemen alamayız çünkü adi Google bunu unlocked olarak sadece internetten satacakmış. Tamam sorun değil diyebilirsiniz ama Google'ın telefonu sattığı sitede şöyle diyor: "Sorry, the Nexus One phone is not available in your country." Yani illa available ülkelerde yaşayan bir tanıdık bulup, ona aldırıp, gönderttireceksiniz. Fiyatı unlocked olarak $529. Yada T-mobile ile bir sözleşme yapıp $129'a alabiliyormuşsunuz.

Şimdi bunları yazdım diye benim teknoloji manyağı bişey olduğumu düşünebilirsiniz. Ama değilim. En son 2004 yılında aldığım bir Nokia kullanıyorum hala. Telefonu da sadece konuşma yapmak için kullanırım. Başka bi sikimden anlamam. Ama şu telefondan müzik dinleme ve internete girme işi yok mu, işte o herşeyi değiştiriyor. Ha bir de navigasyon... Oyun gibi bişey, çok güzel.

O yüzden bir süredir yeni telefonlara bakıp duruyodum. Bakarsınız Nexus One'ı Türkiye'de ilk kullananlardan biri olurum.

tüm samimiyetimle sizi temin ederim!

Samimiyet, insanlarla ilişkilerimde en önem verdiğim şeylerin başında geliyor. Samimiyetten kasıt, laubalilik ve cıvıklığa kayan tavırlar olmadığı gibi, insanın kendisini bir başkasına tamamen açması da değil. Her zaman mesafeli bir adam oldum. Her şeyimi her zaman herkese anlatmadım. Hayatımın çoğunu birlikte geçirdiğim arkadaşlarım. Şu 35 yıllık hayatımda 20 yıllık arkadaşlarım, hala en sık görüştüğüm insanlar. Ama onlar bile, haliyle, her yaşadığımı bilmezler. Tıpkı eşimin de bilmediği gibi. Hayır, onu hiç aldatmadım. (İnsanın aklına hemen bu geliyor değil mi?) Aldatma meselesi başka bir mevzu, bu daha sonraki bir yazının konusu olsun. Bu konuda enterasan bir ilişkimiz var diyebilirim, ki bu da kimsenin bilmediği bir şey mesela. Yazı yazmak zor bir şey, ana fikirden hemen kayabiliyor insan. Konuya döneyim. Anlatmak istediğim, bu blogda benim hakkımda kimsenin bilmediği şeyleri anlatmak istiyorum. Kendimi tamamen gizleyerek --en yakınımdakilere bile anlatamadığım şeyleri-- buraya yazmak istiyorum. Umarım kendimi sansürlemem. Otosansür en kötüsü diyorlar ya gazeteci abiler! Aslında onlara da hassiktir çekmek lazım. Otosansür dünyanın en gerekli şeyidir. Bu da bir başka yazı konusu olsun. Zaten şunu şunu yazayım diyorum ama hep unutuyorum. Buraya bakarsam hatırlarım ileride. Neyse, şunu söyleyeyim, burada çok samimi itiraflar, düşünceler, eleştiriler olacak. Belki ara ara müzik zevkimi filan da paylaşırım. Başlamak, başarmanın yarısıymış. Ben de yolu yarıladım. Çok okunan bir blog yazarı olmak, ünlü olmak istiyorum :) Hadi hoşbuldum!

1 Ocak 2010 Cuma

evren, bi bak buraya canım artık...

Herkes yeni yıldan beklentileriyle ilgili bir sürü dilek salmış evrene bloglardan. Araba istiyorum, ev istiyorum, yakışıklı sevgili diliyorum, 25 cm malafat istiyorum.. Dileklerin sonu yok tabii a.q. Evren bunları neresiyle dinleyecek bilmem. Ulan bunları gördüm, benim başım kel mi, ben de evrenle bi konuşayım, belki halden anlar dedim.
"Bugüne kadar yüzümüze bakmadın. Gerçi senden çok bişey istemedim bugüne kadar. Ne para dedim, ne karı kız dedim. Arada bir sağlık dedim, huzur dedim o kadar. Ama artık yetti. Eline cebine at lan artık. Para istiyom lan para. Bok gibi para. Bolcana da seks istiyom evren. Canıma tak etti artık. Bu nasıl evlilik lan! Seks yoksa ne anladım ben bu işten. Neyse evren. kısa keseyim de sen çalışmalara başla. Fazla bekletme! Şimdilik çüs canım..."